Hamido olayları, Zirve Yayınevi cinayeti gibi yakın tarihimizde yaşanan olaylarla, ülkemizin siyasi ve fikri yörüngesinde önemli değişikliklerin yaşanmasına ve büyük yankıların oluşmasına mekan olan Malatya, fikrin silahlı saldırıya dönüştüğü ilk eylemin de ev sahibi.

Tarih, 22 Kasım 1952.

Yazın kavurucu sıcaklığından çıkıp kışın dondurucu soğuklarını karşılamaya hazırlanan Malatya’da, soğuk bir akşam vakti.

Başbakan Adnan Menderes, partisinin il kongresine katılmak için bir grup üst düzey DP’li yönetici ile Malatya’da.

Başbakan için tüm şehir zaten teyakkuz halinde. Zira, 2 yıl öncesine kadar CHP’nin en güçlü kalelerinden biri olan; ama 14 Mayıs 1950’deki ilk demokratik seçimlerde Malatya’da kurulan sandıklardan da zaferle çıkan Adnan Menderes’e bu şehirde bir suikast girişiminde bulunulması çok olası.

Akşam saatlerinde PTT önünde tam 6 kez patlayan bir silah ve bu halet-i ruhiyeye sahip şehirde yine bir kaos, yine bir dağdağa…

“Gericiler şehri bastı! Menderes’i öldürecekler!” endişesiyle Beydağlarına kaçırılan bir başbakan… Eli silahlı ve kaçan iki delikanlı… Vücuduna yediği mermilerle, soğuk kaldırımlar üzerinde kanrevan içinde yatan bir gazeteci…

 

İnsan tek parmakla tetiğe basar, ama o tetiğe bastıran sebepler saymakla tükenmez.

Çileli yılların, toprağa karışmış yüz binlerce bedenin ardından ilan edilen yeni rejim, Türkiye Cumhuriyeti’ni imar ve mamur etmeyi sürdürüyor; ama bugün olduğu gibi o yıllarda da “Batıcılık”, “irtica” ve “şeriat” tartışmaları daha yoğun bir şekilde yaşanmaya devam ediyordu.

Tam bir yıl sonra, Cumhuriyet 20. yaşına basmış olacaktı. Ancak bu güzelim rejim Batıcı laiklerin bir tarafından, Doğucu muhafazakarların başka bir tarafından çekiştirip durması ile kendi doğasındaki gelişimini bir türlü sağlıklı tamamlayamıyordu. Herkese bir beden küçük geldiği için ikide bir çekiştiriliyor, memleketin üzerinde kırışık bir esvap gibi duruyordu.

Bu kırışıklıklar, karışıklıklara; karışıklıklar da toplumsal huzursuzlukluklara ve olaylara kapı aralıyordu.

1950’li yılların başlarında, bu minvaldeki kavgaların en büyüğü Büyük Doğu gazetesi ile Vatan gazetesi arasında yaşanıyordu. Büyük Doğu’nun kaptanı Necip Fazıl Kısakürek, Batıcıların o yıllardaki en gür sesi ise Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’dı.

Büyük Doğucular, Tanzimat’tan bu yana Batıcılarla milletin büyük kitlesi arasında amansız bir mücadelenin yaşandığını düşünüyor; 150 senedir milletimize vurulmak istenen Batıcı aşıların tutmayacağını iddia ediyordu. Onlara göre, Vatan gazetesi, hainler çetesinin sözcülüğünü yapan bir gazeteydi ve Ahmet Emin Yalman da Türkiye’yi perde arkasından idare eden güçlerin baş temsilcisiydi. Fikir özgürlüğünü küfür özgürlüğüne çevirmişti ve “irtica”, “şeriat” kelimelerini ağzından düşürmeyip, durmadan dine saldırıyordu.

Gazetelerindeki haberler ve köşe yazılarıyla sürekli birbirlerini yıpratıp çökertmeye çalışan Necip Fazıl Kısakürek ve Ahmet Emin Yalman, bu anlamda, kendi takipçileri olan binlerce insanı, özellikle birçok genci galeyana getiriyor; birbirlerini karşılıklı olarak hedef gösteriyorlardı.

Necip Fazıl, Büyük Doğu gazetesinde, Ahmet Emin Yalman aleyhinde bir kampanya başlatmıştı. Onun yaptıklarını halka anlatıyor, halktan gelen tepkileri de gazetesinde yayımlıyordu. “Vatan satıcısı, dönme Ahmet Emin Yalman’a karşı, artık romanlaşmaya başlayan milli infiali tefrikaya devam ediyoruz.” takdimiyle ve bir yazı dizisi şeklinde Büyük Doğu’da çıkan bu yazılar, Büyük Doğu taraftarları için bir nefret seline dönüşüyordu. 

Necip Fazıl’a göre, orta yol yoktu. Bir şey ya “hep” ya “hiç” olmalıydı. Yazılarında, sık sık “ya ol, ya öl!” diyor, aralarında Malatyalı birçok insanın ve Hüseyin Üzmez gibi kabına sığmayan gençlerin de bulunduğu bir kitleyi kaleminin ucuna takıp, kendince, mukaddes bir isyana doğru sürüklüyordu. O, “Bir davanın büyüklüğü, toprağın üstüne akıttığı kan damlalalarının büyüklüğü ile ölçülür.” şeklinde yazılar yazdıkça, onu üstad bilip peşinden sürüklenen Hüseyin Üzmez gibi birçok genç, bazı geceler sabahlara kadar uyuyamayıp, İslam’a yapılan bu kadar saldırı karşısında nasıl tepkisiz kalabildiklerini anlamaya çalışıyorlardı. 

Necip Fazıl, bir gün, muhafazakar cephenin önemli isimlerinden olan Osman Yüksel Serdengeçti’nin yazıhanesine gitti ve bu milli infialin bir eyleme dönüşmemiş olmasına duyduğu şaşkınlığı Serdengeçti’ye itiraf etti. “Yahu Osman!” dedi. “Bu millet ölmüş! Aylardır yazıp çiziyoruz. Bir babayiğit çıkıp da şu herife bir mantar tabancası bile patlatmıyor.”

Bu sözlerden tam bir hafta sonra, 18 yaşındaki bir genç, Malatya’da, PTT önünde Ahmet Emin Yalman’a mermi yağdıracak; bu infial, silahlı bir eylemle karşılık bulmuş olacaktı.

Evet, kimse Ahmet Emin Yalman’a bir şey yapamıyordu. Çünkü o, sıradan bir adam değildi. Demokrat Parti, ona diyet borçluydu. Zira Ahmet Emin Yalman, Demokrat Parti’yi iktidara getiren güçlerin başındaydı. Dönemin Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu, sonraki yıllarda kaleme aldığı “Aşina Simalar” adlı kitabında, ondan “Her zaman başbakan sofralarının baş davetlisiydi. Bakanlar tayin ettirir, bakanlar düşürtürdü. Bir dediği, iki olmazdı.” şeklinde bahsetmişti. 

Ahmet Emin Yalman’ın koruma kalkanı ne kadar kalın ve güçlüyse, Büyük Doğu ve Serdengeçti gibi mecmuaların onun aleyhinde yürüttüğü kampanya da o kadar büyüktü. Muhafazakar cephenin neferleri, ülkenin dört bir yanında patlamanın eşiğine gelmiş; kendilerini her türlü kötülüğü ortadan kaldırmaya memur ve mecbur kılmışlardı. Ancak, bu durum o dönemde asla örgütlü bir yapılanmaya dönüşmemişti. Necip Fazıl, dünya gözüyle göremedikleri, ulaşıp dokunamadıkları, sadece Büyük Doğu’nun sayfalarından ve birkaç kitabından takip ettikleri bir efsaneydi. Bu gençlere göre, Necip Fazıl’ın fikirlerini benimsemeyenler zavallı, noksan ve yarım müslümanlardı. Büyük Doğu, bu anlamda kutsal bir ocaktı. 

Vatan gazetesinin o günlerde düzenlediği bir “güzellik kraliçeliği yarışması”, bu cephedeki öfkeyi kabartıp, isyanı şahlandıran gelişmelerden biri oldu. Gazete, daha önce Cumhuriyet gazetesinin de benzer organizasyonları olduğunu hatırlatıp bir güzellik yarışmasının ilanını sayfalarından duyuruyor, başvuruları kabul ediyordu.

Muhafazakar cephe bu organizasyonu “Dünya avrat pazarlarına karı ihraç etmek” olarak değerlendirdi ve “İffetli Türk kızlarını kimse soyunmaya zorlayamaz!” diyen binlerce genç ayaklandı. Ülkenin dört bir tarafında yanardağlar patlamaya başladı. Vatan gazetesinin bu hamlesinin, ezanın asli dilinde okutulmasına karşılık olduğu söylenti ve düşünceleri, muhafazakar insanları meydanlara döktü.

Büyük Doğu gazetesi, güzellik müsabakasına katılan kızların geçmişlerini araştırıp, birçoğunun dönme olduğunu, bu organizasyonun Müslümanlar için kirli bir tezgah olduğunu iddia etti. Bu yarışmaya katılan Melahat Gürses, Aysel Sümer, Sema Leyla, Ayten Alpman gibi isimlerin geçmişte ne işler yaptıklarını vesikalarla yayımlamaya başladı.

Necip Fazıl, Vatan gazetesi ve Ahmet Emin Yalman aleyhine yeni bir kampanya başlatıp, Büyük Doğu’nun sütünlarından okuyucularına şöyle seslendi:

“Yeni fuhuş! “Vatan” adına işletilen avrat pazarı! Ahmet Emin Yalman’ın siyaset sahasındaki marifetleri yetmiyormuş gibi, şimdi de o küçük fakat bir engerek yılanı kadar tehlikeli elini Türk ailesinin harimine uzatarak, Türk kızlarını çırılçıplak teşhire kalkışması karşısında ne düşünüyorsunuz? Güzellik müsabakası tuzağına düşecek Müslüman-Türk ailesi, maruz bulunduğun bu korkunç tehlikeyi öğren!” 

Bütün bunlara rağmen, Ahmet Emin Yalman muvaffak oldu. Türkiye, ilk güzellik kraliçelerinden birini daha seçti. Hatta kraliçe seçilen güzel, Amerika ve Avrupa’da birtakım ülkelere, oradaki benzer müsabakalarda ülkemizi temsil etmek için gönderildi.

Bir vakit sonra, tüm ülke, bir sabaha yeni bir infialle uyandı. Başta Vatan gazetesi olmak üzere, Batıcı-laik cephenin ve hatta Demokrat Parti’yi aşikarca destekleyen gazetelerin manşetlerinde bir “kumarhane baskını” vardı. Fotoğraflarda Necip Fazıl, metinlerde ise efsaneleştirilmiş bu adamın harama ve günaha meylettiğine dair ifadeler…

Bu hadise Büyük Doğu’ya ve muhafazakar cepheye gönül vermişler arasında kocaman bir hayalkırıklığı yaşattı.

Sanki hamle sırası Batıcı-laik cephedeydi. Büyük Doğu’nun sütunlarında, yıllarca, İslamiyet’i “tüllerinden şafak söken bir gelin” gibi anlatan, on binlerce insanın gözünde ve gönlünde efsaneleşen Necip Fazıl, sıkıntıların en büyüğünü yaşadı.

Bu durum, başta Necip Fazıl’ın kendisi olmak üzere, muhafazakar cephede bir sessizliğe, bir suskunluğa yol açtı. Milliyetçi, muhafazakar gençlerin hayallerindeki efsane yıkılacak gibi oldu. Kendi tabirleriyle, kafir gazetelere inanmak istemeseler de, herkes neye uğradığını şaşırdı.

Malatya’da, bu olayın şokunu yaşayan muhafazakar-milliyetçi topluluğu rahatlatmaya çalışan isim Said Çekmegil’di. Etrafında toplanan insanlara, “Doğru da olabilir, yanlış da…” diyordu. “Çünkü Necip Fazıl da bir insandır. O da herkes gibi hata yapabilir.”    

Said Çekmegil, Malatya’da önemli bir ekoldü. Onun bu sözleri, Necip Fazıl’a yönelik kesin bir teminat içermese de yürütülen davanın doğruluğuna yönelik ipuçları içeriyordu. Nitekim Said Çekmegil, sözlerinin devamında, “Önemli olan Allah’ın kitabı ve peygamberin sünnetidir. İslamiyet, birilerine göre değil, Allah’a ve onun resulüne göre yaşanmalıdır.” diyordu.

Olayın yankısı ve tüm yurtta oluşturduğu şok etkisi devam ederken, Necip Fazıl da Büyük Doğu’da, bunun provokatif bir eylem olduğunu, o esnada, o mekanda gözlem yapmak için bulunduğunu ve asla bir kumarın oynatılmadığını yazmaya başlamıştı. Bu komployu hazırlatan kişinin Ahmet Emin Yalman olduğunu söylüyor ve ondan “deyyus” diye bahsedip çok ağır yazılar yazıyordu. Bu yazılarında günah çıkarmıyor, kendisine yıllarca gönül vermiş on binlerce insanın bunun bir tuzak olduğunu anlamasını istiyordu.

Olayın bir tuzak mı, yoksa gerçek bir kumar hadisesi mi olduğu çok netlik kazanamadı. Ancak bu olay birkaç yıl içinde Büyük Doğu’yu içten içe eritti ve mecmuanın kapatılmasına kadar vardı.

Birçok insan Büyük Doğu hareketine olan desteğini ve Necip Fazıl’a olan sevgisini her gün biraz daha azaltarak, sessizce terk etti cepheyi.

Ama Malatya’da “Üstadımıza yapılan bu iftira bile bizim bin adam öldürememize yeter!” diye düşünen ve bu olayı bardağı taşıran son damla olarak gören birileri vardı.

 

Zulm ile âbâd olan, kahır ile berbad olur.

Evet, Ahmet Emin Yalman’ın zırhı istediği kadar kalın ve güçlü olsun, artık onu öldürmek, bu dava için zorunlu bir hal almıştı.

Henüz 18 yaşını bile doldurmamış olan lise talebesi Hüseyin Üzmez, yıllardır Serdengeçti mecmuası sayesinde tanıştığı Büyük Doğu gazetesini takip ediyor, dili ağır olsa da bu gazetede yazılanları ve Necip Fazıl’ı okuyup anlamaya çalışıyordu.

Necip Fazıl’ın “1001 Çerçeve” sütununda kaleme aldığı yazılar, onun ve arkadaş grubu için birer hayat iksiriydi. Necip Fazıl’ın “Bir fikrin büyüklüğü, o fikrin toprak üzerine döktüğü kan lekelerinin büyüklüğü ile ölçülür.” sözü, Hüseyin Üzmez’i derinden sarsmış ve Hüseyin Üzmez, sabahlara kadar uyuyamadığı gecelerde, kendisine, “Acaba benim inandığım fikir mi büyük değil, yoksa ben mi tam inanmıyorum?” diye sorup durmuştu.

Malatya’da bir lise öğrencisiyken okul müdürü ile bir bayan öğretmenin duygusal ilişkisini öğrenip bu ilişkiyi açık eden el broşürleri hazırlamış, arkadaşlarıyla birlikte şehrin birçok yerine bu afişlerden dağıtmıştı. Bakanlığa kadar ulaşan bu olay, müdürü görev yerinden, onu da memleketinden etmişti. Ancak o, zorunlu tasdikname ile sürüldüğü Elazığ’da da kısa sürede iyot gibi sivrilmiş; elini bir kez olsun sıkamadığı, ama gönülden sıkı sıkıya bağlı olduğu Necip Fazıl’ın ilkeleriyle yaşamayı adet edinmişti.

Fikir, heyecan, sıkıntı, buhran, aşk, iman, umut, hüsran… Ruhu karmakarışıktı. İçinde sanki bir meydan muhaberesi oluyordu. Bütün bu zıt duygular öylesine birbirine girmişti ki mutlaka bir şeyler yapması gerektiğine inanıyordu. Çok taşkındı, bir türlü kabına sığamıyordu. Tarikat meclislerine, dernek toplantılarına, arkadaş sohbetlerine, kavgalara, dövüşlere katılıyor; kendini dünyadaki bütün kötülükleri yok etmeye memur sayıyordu.

Büyük bir iftira olduğuna inandığı “kumar hadisesi”, asıl onun için bardağı taşıran son damla olmuştu. Takip edip de etkisinde kaldığı mecmualardan, özellikle Büyük Doğu’dan öğrendiği şuydu: Dönme Ahmet Emin Yalman, tam bir vatan hainiydi ve onun bu cüreti Demokrat Parti’nin tecrübesizliğindendi. Ahmet Emin Yalman, yurdumuzdaki barış ve kardeşliği torpillemek isteyen bir yapılanmanın silahşorüydü. Sırtını Amerika’ya dayamıştı. İç ve dış mihrakların sözcüsüydü.

Öyleyse zulm ile âbâd olan, kahır ile berbad olmalı; her türlü manevi ortamı hazır olan, uygulamaya konulmalıydı.

Ahmet Emin Yalman, 1952 senesinin sonbaharında, sahibi ve başyazarı olduğu Vatan gazetesi için yurt ekleri hazırlıyor, bunun için ülkenin çeşitli şehirlerini ziyaret ediyordu.

Hüseyin Üzmez ve arkadaşları, Ahmet Emin Yalman’ın Elazığ’da olduğunu öğrendiler. Hemen bir suikast planı hazırladılar ve onu kimin vuracağını da kurayla belirlediler. Birkaç kez kura çekmelerine rağmen, bu görev, içlerinde en pısırık olan birine her defasında ısrarla çıktı. Ama Ahmet Emin Yalman’ın izine Elazığ’da rastlayamadılar. Onun Malatya’ya geçtiğini öğrendiler.

Başbakan Adnan Menderes’in partisinin il kongresine katılmak için hazır bulunduğu Malatya, o gün, olağanüstü günlerinden birini yaşıyordu. Şehirde tedirginlikle coşku, sevinçle kuşku bir aradaydı. Birkaç yıl öncesine kadar CHP’nin en güçlü kalelerinden biri olan şehir, artık Demokrat Parti’nin elindeydi ve Adnan Menderes’e yönelik provokatif girişimlere karşı iki göz, iki kulak yetmeyebilirdi.

Hüseyin Üzmez, Ahmet Emin Yalman’ı vurması için ismi kurayla belirlenen Şerif Dursun ile tüm şehirde bu Batıcı-laik gazeteciyi arıyordu. Adnan Menderes’in hükümet meydanında Malatyalılara hitap ettiği esnada, Ahmet Emin Yalman’ı bu meydana bakan bir otelin balkonunda, başbakanın konuşmasını dinlerken gördüler. Bu kalabalık içinde otele girip merdivenleri usulca çıkmak ve Ahmet Emin Yalman’ı kaldığı odada vurmak istediler. Ancak otelde de o güne mahsus bir hareketlilik vardı. Tanıdık, tanımadık bir sürü insan otele girip çıkıyor, bu durum, iki kafadarın işini güçleştiriyordu.   

Hüseyin Üzmez’deki hırs ve öfke her dakika biraz daha artarken, Şerif Dursun sonuçsuz kalan her girişim için içten içe mutlu oluyordu. Zira kendini bir insanı öldürmeye hazır hissetmiyor, belki  bunu gerekli de görmüyordu.

Otelde öldüremedikleri Ahmet Emin Yalman’ı ilerleyen dört, beş saat içinde yine göremediler. Ahmet Emin Yalman, hem gazetesinin yurt eki için çeşitli temaslarda bulunuyor hem de Başbakan Adnan Menderes’in programını takip ediyordu.

Vakit, artık akşam saatleriydi. Başbakan Adnan Menderes; şehrin yöneticileri, partililer ve gazeteclerle birlikte Sümer Fabrikası’nda yemekli bir toplantıdaydı. Ahmet Emin Yalman’ın da bu davette olduğunu düşünen Hüseyin Üzmez ve Şerif Dursun, PTT binası yakınlarında, pardösülerinin ceplerindeki silahlarla, suskun ve üşümüş bir haldeydi.

Az sonra, Şerif Dursun, Hüseyin Üzmez’e PTT binasını işaret etti ve kapıdan giren kişinin Ahmet Emin Yalman olduğunu söyledi. Bu kadar sonuçsuz girişimden sonra inanmak zordu; ama evet, Ahmet Emin Yalman’dı.

Ahmet Emin Yalman, başbakanın davetinden çıkmış, gün içindeki gelişmeleri gazetesine faks çekmek için PTT binasına girmişti. Bu kez tetiğe basacak olan elleri de pardösülerinin ceplerinde, epeyce beklediler.

Ahmet Emin Yalman, bir vakit sonra PTT binasından çıkıp yakınlardaki oteline doğru yürürken, İş Bankası binasının önünde, kuradan çıkmasa da çileden çıkmış olan Hüseyin Üzmez’in ateşlediği tabancayla bir akasya ağacının dibine yığıldı.     

Hüseyin Üzmez’in tam 6 kez ateşlediği silah, şehirde gün boyunca beklenen bir tedirginliğe davetiye çıkardı. Mermilerden beşi Ahmet Emin Yalman’ın vücudunun farklı yerlerine, bir tanesi de İş Bankası’nın taş duvarına isabet etti.

Hüseyin Üzmez, öldü zannederek diğer üç mermiyi ateşlemeden karanlık Antepli Sokak’a doğru hızlıca ilerlerken, olayın en yakın görgü tanığı Şerif Dursun da onun arkasından koşmaya başladı.

Silah sesinin ulaşamadığı yerlere kısa sürede insan sesi ulaştı ve Ahmet Emin Yalman’ın ağır yaralı olarak Devlet Hastanesi’ne kaldırıldığı anlarda, bu işin CHP’lilerin bir provokasyonu olup olmadığı sorgulanmaya başlandı.

Hüseyin Üzmez ve Şerif Dursun, Antepli Sokak’ta kendilerini iki boş bisikletle bekleyen arkadaşlarından aldıkları bisiklerlere binip demiryolunu geçtiklerinde, Başbakan Adnan Menderes, güvenlik gerekçesityle Beydağlarına götürülmüştü.